Hayatta edindiğimiz tecrübeler toplumsal gerçekliğimize dair bir algı oluşmasına yol açar. Aile, üretim şekli, insan ilişkileri, toplumsal hayat, kamu düzeni, sanat ve eğlence dünyası vb. bütün bunlar bize bir tür toplumsal hayat bilgisi dersi verir. Bu bilgiyi muhakeme gücüyle değerlendirir ve doğru olduğuna inandığımız ve başka türlü olması gerektiğini düşündüklerimizi birbirinden ayırırız. Bu süreçte acaba algımızı oluşturan şey gerçekliğe dair dosdoğru bir bilgi midir, yoksa gerçekliğin doğasına dair inanç ve fantazilerimiz midir?
Kafamızdaki toplumsal gerçeklik tahayyülünün bilgisel bir sürecin ürünü olduğunu farzedersek sosyoloji biliminin yaptığı türden, bilimsel bir yaklaşım yapmış oluruz. Burada yeni bir şey yok. Daha ileri gider ve toplumsal gerçekliğimiz olarak tanıdığımız zihinsel temsilin, esasen gerçek duruma ait bilgiyi maskeleme vazifesi gören bir yanılsamalı bir sürecin ürünü olduğunu iddia edersek klasik bir “ideoloji eleştirisi” gerçekleştirmiş oluruz. Bu durumda bizi yanlış yönlendiren (aldatan, algımızı yöneten) rejimin ideolojik aygıtlarının propagandasının kurbanı olmuşuzdur. İdeolojik propagandanın etkisi ile algılarımız yönetilmesi kötü bir şey belki, ama en kötüsü değil. Zira bu durumda , gerçek ile bilinçlerimiz arasına konulan, algımızı yöneten ara-yüz (televizyon ekranı-basın yayın vb ) her ne ise onu söküp atmamız ve uyanmak için bir yol düşünmemiz mümkün olabilir.
Sorunumuz , dışsal bir gücün algımızı yanlış yönlendirmesiyle toplumsal gerçekliği yanlış tanımamız olgusundan da öte bir yerlerde.. Belirli bir seviyede kapitalist propaganda makinesinin etkisi altında kaldığımız gerçek. Ama yine de bilgi düzeyinde; kapitalizmin iyi bir şey olmadığını, mevcut sınıfsal antagonizmanın kutuplarından birinde yer alan emekçilerin, sistemin çilesini çeken, bedel ödeyen kesim olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. Örneğin, kapitalizmi eleştiren bir tartışmanın ortasına düştüğünüzde, çevrenizde doğrudan sistemi savunan kimseyi göremeyebilirsiniz. Ancak aynı zamanda görüş bildirenlerin sinik bir tutum ile soruna yaklaştığını da fark edersiniz. Şöyle ki; hemen herkes kapitalist liberal ekonominin sıklıkla kriz üreten yapısından şikayet edecektir , bedel ödemek zorunda bırakılan emekçi kesimin hakkı teslim edilecektir, geleceğe dair karamsar tahminler ortaya konulacaktır . Ancak söz burada kalmayacak , cümleye bir bağlaç konulup devam edilecektir: “Evet, tüm bunlar kabul, ama yine de, kapitalist sistemde yürüyen, sistemin ayakta kalmasını sağlayan, tercih edilebilir bir şey var.” Bu bağlaç, “evet, şu çingenelerin, siyahların ve ya eşcinsellerin esasında , benim, senin gibi sıradan insanlar olduklarını biliyorum, ama yine de…onlar da çözemediğim, bizlerden farklı olmalarına neden olan, tuhaf bir şey var” diyen ırkçının kullandığı türden bir bağlaçtır. İşte bu bağlacı kurduran güç, günlük toplumsal hayatımızın dayandığı gerçeklikleri çok iyi bildiğimiz halde davranışlarımızı istemediğimiz bir şekilde yönlendiren “bilinçdışı fantezi “ düzeyidir. Zizek’in “ideolojik fantezi” düzeyi dediği bu düzeyde bastırılan ve bilinçdışında biriken çıkar, güç ve zenginlik düşlemlerinin toplumsal gerçekliğe dair yanılsamalı bir vizyon oluşturması söz konusudur. Bu fanteziyi yaratan şey nedir peki? Bu sorunun cevabı basit: İçinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğin bizatihi kendisi. Gerçekten de “körle yatan, şaşı kalkar” sözünü doğrulayacak bir gerçekliktir bu. Günlük yaşam pratiklerimiz içerisine derin bir şekilde sinmiş, sindirilmiş meta fetişizmi tarafından yönlendirildiğimize şaşmalı mıyız?