Tarih boyunca yeryüzünde bir çok kavime ait farklı pek çok dinsel inanç sistemlerinin ortaya çıktığı görülüyor. İlk çağlarda ortaya çıktığı sanılan animizm-şamanizm düzeyindeki inanışlarda canlı ve cansız her türlü varlığın kendine özgü bir ruha sahip olduğu fikri geçerlilik kazandı. Şaman büyücüler ruhlar ile temas kurmak isteğiyle onlara isimler vererek seslendiler. Ruhların ancak doğru isimler telaffuz edildiğinde kendilerini duyacaklarını düşündüler. Dua, kurban, müzik ve dans, kutsallık atfedilen cinsel birleşme vb ritüelistik metotlar ile ruhlara saygı ve bağlılıklarını gösterdiler, karşılığında hatalarından ötürü bağışlanmayı, bereket, şifa ile beklentilerinin karşılanmasını dilediler.
İnsanoğlu eski çağlarda kendi kabilesine-kavmine ait, kendisini diğer kabile ve kavimlere imtiyazlı kılan (şahsi) tanrılara inanıyordu. Tek tanrıcılığa geçiş döneminde İsrailoğullarında bu anlayış devam etti. Musa kavmine İsrailoğullarına sahip çıkan, yalnızca onları koruma ve kollama sözü veren tanrıyı, Yehova’yı tanıttı. Hıristiyanlık ile birlikte kavme özgü tanrı anlayışı terk edilmeye başlandı. Geniş coğrafyalara yayılan insan toplumlarını birleştiren ortak bir tanrı anlayışı filizlendi. Musevilerin, Hıristiyanlığı reddederek kendi kavimlerine özgü kadim dinlerine tutunmaları sonucu Hıristiyanlık yeni topluluklara açılma zorunluluğu yaşadı ve evrensel bir tanrı anlayışı bu suretle doğmuş oldu. Keza İslam dininin evrensellik iddiası Arap kabilelerinin farklı ilahlara tapınmaları nedeniyle bir türlü sağlanamayan birlik ve düzeni tesis etmeye soyunan dini (ve aslında ideolojik) bir çözümü temsil eder.
Musevi ve Hıristiyan dinlerinin devamı olarak kendisini ortaya koyan İslam, putperest Arapları da yeni dine inanmaya davet ederek tam manasıyla evrensel tek bir tanrıyı merkeze aldığını göstermiş, söylemin başarısını ortaya koyacak şekilde yeni dine yüksek bir birlik ve bağlılık gösteren inançlı askerlerin askeri başarıları sayesinde de süratle yayılmış olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz süreçlerde insanların nasıl olupta yalnızca kendilerinin isim verdiği, kendilerini yalnızca kavimlerinin seslerini duymaya açan tanrılara inanç duyduklarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Dinler tarihine baktığımda ilkin doğa güçlerine atfedilen insansı ruhlar görüyoruz İnsanlar tek tek doğa olaylarını (ki bunlar açıkça maddi süreçlerdir) soyutlayarak metafizik kavramlar (tanrılar) üretmişler. Hemen şurada bir nehir yatağı vardır biraz daha kuzeye çıkınca bir göle varılır ve onun batısında bir başka akarsuya rastlanılır. Bunlara tek tek ruh atfedilir, isim verilir. Ancak bir zaman sonra sayıları artan ve bir çok ortak özelliklere sahip oldukları anlaşılan nehirler, göller ve denizlerin tek tek anılması mümkün olmaz ve tikelden tümele giderek yani maddi olana bir öz atfedilip soyut bir mertebeye yükseltilerek hepsinin ortak bir ruha sahip oldukları fikri gelişir, artık bunlar ayrı ayrı değil tek bir isim ile anılmaya başlanılır. Nehriler, akarsular, denizler artık tek bir tanrının (Yunan mitolojisinde Poseidon’un) egemenliğindedir. Böyle bakıldığında neden animistik inançların ilahlarının dar coğrafyalara sıkıştığını, mitolojinin ilahlarının ise geniş alanlara yayıldığını kavrayabiliyoruz.
Mitolojinin politeizminden tek tanrılı ancak kavme özgü tanrı inancına (Yahuıdiliğe) geçiş ve oradan bütün kavimlerin ortak evrensel geçerliliğe sahip tek tanrısına inanç, tanrı inancına dayalı kültürel kodun (Richard Dawkins’in ifadesi ile tanrı “mem”inin) tarihsel süreç içerisinde daha geniş insan toplulukların birliğini sağlayacak şekilde yol aldığını ortaya koyduğu gibi gelecekte alabileceği olası biçimler hakkında da yorumda bulunma imkanı sunuyor. Gelişimine şahit olduğumuz (tanrıya ilişkin) kültürel kodun yönü geleneksellikten, yerellikten evrenselliğe doğru çevrilmişse gelecekte varabileceği nokta neresi olabilir?
Eğer kavimlere özgü, yalnızca onların çıkarını gözleyen tanrı veya tanrılar yerine (Yehova) Hıristiyan-İslam inanışındaki evrensel geçerlilikte tek tanrı anlayışı geçer ve dinlerin ayıran değil birleştiren özellikleri inananlar için cazibe merkezi olmayı başarırsa tanrı “mem”i toplumları birbirinden ayıran farklılıkları vurgulayan değil birleştiren ideolojik bir fikir özelliği kazanır. Allah, Yehova, İsa, Vişnu, Krişna, Şiva vb tanrılara yapılan tüm seromoniler ve yakarışlar doğadaki akış ve oluş enerjisini temsil eden soyut güçlere hayranlığı ve teşekkürü ifade eder hale gelir. Tanrıdan haber aldığını ve kendilerine verilen tanrısal bilgiyi diğer insanlara aktardığını iddia eden peygamberler doğruyu söylüyor olsun ya da olmasın dinler tarihinde şahit olduğumuz ve inkar edemeyeceğimiz en büyük gerçek insanoğlunun tanrı kavramını (mem’ini) akıl etmesi ve ona değişik lisanlarla değişik cografyalarda yakarışta bulunuyor olması değil midir?
Buna rağmen dinler tanrıyı özelleştirmeye, kendi kullandıkları isimler ile özdeşleştirmeye çalışmakta, kendi belirttikleri tanrıya hitap yöntemleri kullanılmadığı takdirde ona ulaşılamayacağını, ulaşıla da dikkate alınmayacağını iddia etmekle usa aykırı bir noktada kalmakta ısrar etmekteler. Bu hal ise günümüzde ve gelecekte insanın manevi hayatında gerçekleşebilecek olumlu gelişmelere vesile olbilecek dinler arası diyalog ve birlik algısının önünü tıkamaya hizmet ediyor. Bu sınırların aşılamaması tanrısal gerçekliğin dünya üzerindeki değişik coğrafyalarda parçalı halde algılanması ve yaşanması, insan temelinde bir birlik anlayışının gelişememesi ve muhtemelen milletler arasında rekabet ve yarışın hatta savaşların devamı anlamına gelecektir. Oysa kültürel yaşantının zenginliği içinde dinlerin aldığı türlü biçimleri aynı tanrıya yönelik hayranlık ve teşekkürün özgün ifadeleri olarak tasavvur edilebilir ve sanıyorum böyle bir tasavvur tanrı “mem” inin gelecekte alabileceği belki de en ideal biçime işaret edecektir.
Ama burda es geçilen zerdüştlük ve sabiilik gibi dinler var dualist yaklaşım açılarını bunlarını nasıl bir sürece dahil ediyorsunuz veya Budizmdeki ruhların göçü ve Tanrısızlığı bence burda bir evrimden söz etmek çok yanlış..
Saygılarımla