Şeyleşme deyince aklınıza ilk ne geliyor, tahmin ediyorum.Ama gelmesin, gelmesin…
İşin gerçeği hepimiz “şey” olduk ama sandığınız manada değil. Lukacs’çı manada “şey” olduk yani “şeyleştirildik”…
“Tarih ve Sınıf Bilinci” isimli ünlü eserinde Macar, Marksist düşünür Georg Lukacs ne diyordu?: Kapitalizmin önüne çıkan her şeyi metalaştırma arzusunun kaçınılmaz sonucu insanın pazar ekonomisi içinde bir “şey” olması yani “şeyleşmesidir”. Lukacs, “şeyleşme” sözcüğüne özel bir vurgu yaparak kullanır. Şeyleşme hem nesnel hem de öznel yönlere sahiptir. İnsan emeğinin pazara düşmesi, meta üretim döngüsünde “kiralık emek” olarak pazara sunulması emeğin nesnel anlamda şeyleşmesi iken, emeğin yarattığı üründen kopması, yani insanın emeğinin ürününe yabancılaşması ise şeyleşmenin öznel boyutunu oluşturur.
Lukacs, Hegel’in tarihsel devinimin öznesi olarak konumlandırdığı “Tinin” birlikten çokluğa ve oradan birliğe geri dönme noktasında aldığı son suretin proleterya olduğunu düşünmekteydi. Üretim tarzı ve ilişkilerinin tarihsel yolculuğunun sonunda proleterya, insanlığın dönüp kendisine baktığı, suretini gördüğü o “yüce tin” olacaktı. Hegel’in ileri sürdüğü meşhur “özne, nesne özdeşliği” mefhumunun ete kemiğe büründüğü an Lukacs’a göre “devrim” anıdır.
Lukacs’ın şeyleşme tabiri ile kastettikleri üzerinde biraz düşünelim…
Marksizmin temel argümanlarından birisi, insanın çaba harcayarak, emek vererek doğayı kendi yararına dönüştüren, bu sıfatla diğer tüm canlılardan farklılaşan özel bir varlık olması olgusudur. Üstelik insan, üretim sürecinde yalnızca doğayı dönüştürmekle kalmaz, kendi kendisini de dönüştürür, yeniden inşa eder. Yani insan bu manada icracıdır, öznedir, yapan-eden, dönüştürendir. Aynı zamanda nesnedir de, yapıp-ederken değişen, dönüşen, yeniden yapılandır. Hal bu ise, insan hem öznedir, hem de kendi icraatının nesnesidir. Özne ve nesne, insan denilen varlık söz konusu olduğunda bir ve aynı şeydir.
İnsan, emek vererek yarattığı ürünler sayesinde hayatını idame ettirir, verdiği ürün kendi kullanım ihtiyacını aştığı ölçüde ise diğer insanlarla paylaşmaktan mutluluk duyar. Bu paylaşım sayesinde, zorlu yaşam mücadelesi içerisinde hayatta kalma olanağına ve paylaşmanın özgeci mutluluğuna kavuşur. Böyle bakıldığında, emek ve üretim insan varoluşunun tabi unsurları olarak görünür. Oysa içinde yaşadığımız kapitalist düzenin her şeyi metalaştırdığı bir yaşam tarzı söz konusu olduğunda, emeğinin ürünleri insan iradesinden, bilgisinden, sahipliğinden kopar, çalışmasının tek amacı yaşamını sürdürebilecek yeterli gelire sahip olmak olur. Bu tür bir yaşam nihayetinde, doğadaki tüm canlıların sürdürdüğü türden “yaşamak için yaşamdır” kuşkusuz, ancak yaratıcı, akıllı, onurlu bir yaşam sürmek isteyen insan söz konusu olduğunda acaba insanca bir yaşam mıdır?
İnsan, ömrü boyunca kendisini “yeniden ve yeniden üreten” türden bir varlık olamamış, durakalmış, yerinde saymış ise kendisi olma şansını kaybetmiş, yani “şeyleşmiş” demektir. Eğer insan yapıp ettiklerini özümseyemez, benliğine katamaz, yapıp ettikleri ile hayatı anlamlandırması mümkün olamaz ise, yaşamını değerli kılmasına yol açacak şekilde “kendini gerçekleştirme etkisi” ortaya çıkmamış ise, insan o vakit insanlığını yaşayamamış, “şeyleşmiş”, bir “şey” olmuş demektir.
Değişik mesleklerde kapitalist üretim biçimi altında çalışan insanların nasıl şeyleştiklerine bakmak sözleri somutlaştırmak ve anlamlandırmakta faydalı olabilir…
Bir mimar düşünün ki, çalışma hayatı boyunca tasarladığı yapılar ile beğenisini, estetik anlayışını ortaya koyuyor. Zaman içerisinde yapıtları ile mimari anlayışı özdeşleşiyor ve yapıtını inceleyen birisi, önceden bilmese de eseri onun verdiğini tahmin edebiliyor. Böyle bir mimarın yapıtlarını, zaman içinde değişmiş, yeniden şekillenmiş benliğinden ayırabilir miyiz? İşi, mimarın sadece hayatta kalmasına yardımcı olmakla kalmamış, dünya algısını, beğenisini, ufkunu belirlemiştir.
Şimdi pazar ekonomisi dahilinde, meta üretim çarkının dişlilerine kapılmış sürüklenip giden mimara bakalım. Kendisine müteahhitlik şirketi tarafından verilen değişik projeleri zamanında bitirme ve hak ettiği ücreti alma kaygısı içindedir. Çizdiği projenin işveren tarafından beğenilmesi, o sıralarda geçerli olan popüler mimari anlayışa uygun olması gibi kendi arzusu,fantazisi dışında etkenler ile motive olur. Proje bitip yapıya başlandıktan sonra yahut bitimi ve satışı itibarı ile mimarın o yapıyı bir daha görmesi, üzerinde düşünmesi gerekmez. Binayı satın alan yahut kullananlar da yapının kimler tarafından, hangi şartlar altında yapıldığını hiç umursamazlar.
Bu gibi tablolara dikkatle bakıldığında, yapılan işin sadece geçime vesile olması bakımından bir iş olmadığı, üretimin aynı zamanda insan kişiliğini, ufkunu belirleyen, insanın varoluşunu anlamlandıran en önemli unsur olduğu anlaşılmaktadır.
“Şeyleşme” mevzuuna dair somut dışavurumlara, içinde yer aldığım sağlık sektörünün ve hekimlerin durumuna ilişkin örnekle devam edeyim..
Şifa ve sağaltım zanaatı, hekimliğin büyücü-şaman geleneği içinden çıkıp geldiğine ilişkin imalar ile dolu ilginç ve saygın bir geçmişe sahiptir. Sağlık emekçilerinin nesnesi insan olduğundan , hastaların yaşam tarzını, alışkanlıklarını tanıyacak denli iyi ilişki kurmak gerekliliktir. Ayrıca hastaya ve hastalığa iyice yoğunlaşmanın, kitap, literatür vb. karıştırmanın gerekli olduğu bir meslektir hekimlik.
Hekim, bir çok toplumda fiziksel ve ruhsal anlamda bir insanın sağlıklı nasıl yaşayabileceğine ilişkin sorulara bizzat kendi yaşamı ile yanıt veren canlı bir örnektir. İnsan nasıl beslenmeli, ne süreyle uyumalı, nasıl çalışmalı, nelere dikkat etmeli gibi soruların muhatabı çoğu zaman hekimlerdir. Bu sorulara hem sözel olarak hem de yaşantıları ile yanıt verirler.
Tıbbi etik (deontoloji) bilimi, şifaya kavuşma umudu ile hekime başvuran hastanın , hekim ile arasında yazılı olmayan, karşılıklı rızaya dayalı bir anlaşması, ön kabulü olduğunu varsayar. Hekim ile hastanın sağlık mevzuunda bilgi düzeyleri şüphesiz ki eşitsizdir. Bu bakımdan hekim mevcut bilgisel asimetriyi, kötüye kullanmamakla yükümlüdür. İnsan bedenine saygı duymak, mesleki bilgisini toplum faydasına açık tutmak, hastalık ve ölüm korkusu taşıyan hastalarına belirli ölçülerde merhamet duygusu ile yaklaşmak etik gerekliliklerdir. Buna karşın hasta da hekimi suiistimal etmemeli, tavsiyelerine, tedavi önerilerine uymaya çalışmalı, işbirliğine açık davranmalıdır.
Her meslek yapısı itibarı ile, henüz eğitim aşamasında iken adaylarca içselleştirmesi beklenen gerekliliklere sahiptir. Ancak bahis konusu onay, mesleğin icra edildiği koşullar ve kapitalist verimlilik gereği uygulanan tahakküm arttıkça sorgulanmaya başlanır. Meslek yapılması gerektiği gibi yapılamıyorsa, salt niceliği, ekonomik kapitalist faydayı gözeten, hastayı ve hekimi “metalaştıran” tıbbi pratikler mesleğin içine nüfuz etmişse başta verilen onay, rızadan vazgeçilir. Ancak reel koşullar hayatın idamesi uğruna zorunlu olarak kabul edilip, mesleğe devam edilir. Kapitalist mekanizma, dev bürokratik bir yapı ve prosedürler ile sağlık çalışanlarının tümünün attığı her adımı kontrol eder. Bu çerçevede düşünen, karar veren ve seçim yapan özgür özneler yoktur. Hastalar ve sağlık çalışanları metaya, sektörün içerisinde yer alan sıradan unsurlara, bir takım “şeylere” dönüşmüşlerdir. Kapitalist mekanizma herkesin yerine düşünmüş, tasarladığı bir takım prosedürleri “mal” statüsündeki hekim ve hastanın önüne koymuştur.
Hasta bir nesnedir zira üstünde tatbik edilecek pratiklerin faydası, olumlu olumsuz etkileri hakkında genellikle bilgisiz ve savunmasızdır. Teknoloji ile parlatılmış pahalı ve kibirli tıp mekanizması karşısında ufalmış, çaresizleşmiş, hareketsizleşmiştir. Tıbbi tahlil, prosedür ve ilaç üretim endüstrisine teslim olan hastanın vücudunda ölçülmesi mümkün ne varsa ölçülecek, ölçüsü –çoğu zaman ticari açıdan belirlenen- limitleri aşan her değere bir ilaç verilecek ya da bir prosedür uygulanacaktır. Lüzumlu, lüzumsuz verilmiş, tuhaf isimleri (örneğin sıradan bir insanın adını okumakta, hatırlamakta zorlanacağı xyzal veya xanax gibi), göz alıcı renkleri olan, hasta ve hekimin gözünde fetiş statüsü kazanmış ilaçlar ile evler tıka basa doldurulacaktır. Hastalık korkusunu özellikle artıracak enformasyon medya üzerinden gece gündüz demeden pompalandıkça “hastalık hastalığı” denilen ve o da ilaçla tedavi edilen tıbbın en yeni hastalığına yakalanma oranı tavan yapacaktır.
Bu manzara ilk bakışta verimsiz yahut yanlış bir tabloya işaret ediyor gibi görünse de, kapitalist üretim makinesi açısından durum hiç de verimsiz değildir. Hastaların sigorta kesintilerinden –gelecekte alacakları maaşa tekabül eden emeklilik birikimleri olarak algılanabilir- sağlık endüstrisine önemli bir para transferi sağlamaktadır. Sigorta kesintilerinden gelen meblağlar pervasızca ilaç ve özel hastane sektörüne tahsis edilmektedir. Piyasanın kriz geçirdiği dönemlerde sigorta kurumunun harcamaların kısılması, tahlil ve ilaç maliyetlerinin düşürülmesi reçete kalem sayısının azaltılması, hastaların ödediği katkı payının artırılması vb tasarruf tedbirlerine başvurarak göz boyadığı görülür. Ancak hasta ve hekimlerin tıbbi tahlil ve ilaç kullanımı noktasında kapitalist mekanizmanın arzusu hilafına, sigortalının, emekçinin gerçekten yararına politikalar geliştirilmez.
Bu koşullar altında “şeyleşen” hekim-hasta ilişkisinin mahiyeti mümkün olan en kısa zamanda hastanın poliklinikte görülmesi, tetkiklerin yazılması, reçetenin hazır edilerek bir sonraki hastaya geçilmesi şeklindedir. Hekim böylesinin en doğru, en verimli yöntem olduğuna “performans sistemi” denilen, “baktığın hasta kadar ücret al” mantığı ile ikna edilir: “çok hasta bak,çok ameliyat yap, çok tetkik yap, çok kazan”. Oysaki bir ülkede sağlık hizmetlerinin yolunda gitmesi demek, daha az hasta vatandaş,daha az ameliyat vakası olması, kronik hastaların iyi takip edilip hekimi lüzum ettiği kadar ziyaret etmesi demektir. Zannedilenin aksine performans sistemi ile alınan daha fazla ücret, şişirilmiş özel hastane faturaları ile kabaran sağlık harcamaları sağlık sisteminin iyiye gittiğini hiçbir şekilde göstermez.
Prosedürleri zamanında eksiksiz yerine getirmeye mecbur olan, mekanizmanın nasıl işlemesi gerektiği hakkında düşünme ve seçenekler konusunda tercih hakkında bulunma imkanı olmayan hekimler, “şeyleştirilmesi” bir yana sanki kendiliğinden isteyerek “şeyleşmiş” gibi popülist iktidarlar tarafından “işte bizim şu ruhsuz ve paragöz doktorlar!” nidası ile halka hedef gösterilir. “Şu doktorları bir güzel terbiye etmek lazım” değil mi? Karınları tok,sırtları pek (!), bir de yapmaları gereken en lüzumlu işi yapmıyor, hastaları -gayet tabi onlar üzerinden oy avcılığı yapan, göz boyayan kimi siyasi partileri- memnun etmiyorlar. Sanki hekimin başka şansı varmış, sistemden alabileceği tek şeyin, yani mümkün olan en fazla “ücretin” peşine düşmeyebilecekmiş gibi, sanki doktor hastayı daha fazla tanıma, görme imkanına sahip olabilecekmiş de olmuyormuş gibi, sanki sağlıktaki tahlil, ilaç , prosedür üçgeninde vücut bulan metalaşmasının basit bir enstrümanı değil mucidiymiş gibi…
Bu haller içinde hala etik bir anlayışla, sorumluluk hissi ile hareket etmek ne zor…”Şeyleştirilmiş” bir hasta ile “şeyleştirilmiş” bir hekimin vicdan muhasebesine ayıracak zamanları var mıdır? Bu zaman kaybının “verimsizlik uzamına” kapitalist aygıtın tahammülü mümkün olabilir mi? Giderek katılaşan vicdanların “hasta memnuniyeti” şeklindeki yüzeyel kapitalist kaygının ötesin uzanması , güler yüzlü halkla ilişkiler maskesinin arkasında yapıp edilenler ile yüzleşilmesi, günah çıkartılması nasıl mümkün olacaktır?
26.5.2011
Dr.Can Güngen
can hocam gramsci üzerine okumalarınız varsa eğer,gramsci nin hegemonya kavramı,devlet in nasıl olması gerektiği üzerine görüşleri,marksizme getirmiş olduğu eleştrileri ve bolşevik ihtilali ne nasıl bakmış olduğuyla ilgili düşüncelerinizi,sizin okumalarınıza göre bunların yanıtlarını sizden de okumak isterim.bitirme tezim sovyet devrimi üzerineydi,yazdıklarınıza bakılırsa,siz bu konularda oldukça birikimlisiniz,beni dikkate alacağınızı bilmek güzel,şimdiden teşekkürler..
Merhaba. Sosyolojik açıdan, insan medyada izlediği bir olaydan, izlerken çok etkilenip, daha sonra unutması ve hayatına devam etmesi.. bu durumu açıklayan, kategorize eden bir tanım vardı ama hatırlayamadım. Şeyleştirme diye aklımda kalmış ama tam olarak cevabımı alamadım. Kategorize eden bilim adamını ve bu davranışın ne ile açıklandığını söylerseniz çok memnun olurum.
İyi çalışmalar