Yapısalcılık işlevselcilikten farklı olarak,toplumsal uyuma vurgu yapmaz. Kolektif tarafından üretilen ortak değerler, ritüeller,semboller önemlidir. Bunlar ortak ideolojik tavrı ve belli noktalarda halkın, yönetene karşı alternatif “dünya anlamını” yarattıkları ölçüde muhalif görüşü desteklerler. Üstelik,”özne”nin kategorik olarak “fail” olma durumu da söz konusudur. Kolektif özne fail olurken de,tek tek öznelerin farklılığı, iradeleri tamamen yadsınır. Dil, semboller, ritüeller, edebiyat, sanat vs… üzerinden “kategorik özne”nin “yaratımı” incelemeye alınır ve genel tutarlı bir tavrı yansıttığı ölçüde de, bu ürünler hem yönetenin hem yönetilenin soyut bir düzlemde birbirlerine karşıt/alternatif tutumları arasında bir diyalogun parçası ya da kendisi olarak algılanırlar. Özellikle, halkın olan ürünlerde, üretim süreci bireylerin tekil varlıklarından bağımsız gelişir. Tek tek bireylerin “ürün” e katkıları vardır ama bu katkının ne olduğu, nasıl bir tür katkı oldukları bilinemez. Bireyin “bu ürüne katkım olsun” amacı olmadığından tek tek bireylerin iradeleri , tesadüfi, kendiliğinden gelişen bir süreç içinde etkileşerek “bir şey” ortaya çıkarır. Tek tek bireylerin iradeleri vardır, önemlidir ama bilerek sürece dahil olmadıklarından belirleyici değildir. Etkileşim sonucu doğurur ki o da kimsenin tekelinde değildir.Biçim, düzen, sembolleşebilme, öğelerin toplamından daha fazla bir şey ifade etme toplumsal yapı kavramının önemli vurgularıdır.
kastediyoruz).
Dil, ilkece uzlaşımsal bir niteliktedir. Dili tek tek bireyler kullanmaktadır. Ama bir dizge, bir anlam iletme düzeni olarak dil, konuşmacıları aşmaktadır. Dilin işleyiş kuralları toplumsal düzeyde yer alır. Tek kişi kuralların oluşturduğu yapıyı büyük ölçüde etkileyememektedir . Birey, bu yapıya yalnızca boyun eğmektedir. Bu bağlamdaki yapının ikinci özeliği bilinç dışı oluşudur.”(Sezgin Kızılçelik)
Tam da bu nokta yapısalcılığın en çok eleştiri aldığı yerdir. Özellikle “tarihselci” bakış açısına karşıt olarak, yapısalcı düşüncede tek tek bireylerin rolü önem kazanamaz. İrade, değiştirme gücü, öznel bilinç gibi kavramlar toplumsal yapı düşünürleri için belirleyici değildir. Mesela, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti kurmasında Mustafa Kemalin iradesi ve düşüncesi,yapısalcı düşünüş açısından önemli değildir. Mustafa Kemal değil de Ahmet de olsa o yapı bir şekilde değişecektir diye düşünür. Bu açıdan bakarsak,yapısalcı düşünce içerisinde değerlendirilen Marks içinde “devrimci özne” konumu oldukça geniş çapta tartışmalara yol açmış, bu devrimci öznenin tarih içerisinde, nerde ne zaman niye ortaya çıkıp devrim yapacağı bir türlü açıklığa kavuşamamıştır. Çünkü yapısalcı düşünce, yapısalcı düşünürlerin düşündüklerinden çok daha fazla bir biçimde yapıya,düzene vurgu yapar ki bu da “değişim” in nerde nasıl ortaya çıkacağını görmekte zorluklara yol açar. Ayrıca yapısalcı düşüncede önemli olan bir diğer yön de, “bütünsellik” kavramıdır. Yapı, öğelerinden herhangi birine indirgenemez, öğelerinin toplamına eşit değildir, yapı öğelerinin toplamından biraz daha “fazla”sıdır. Yapılar, etkileşimle ve bilinçdışı bir süreçte oluşurlar.
Tüm bunlarla birlikte yapısalcı akım içinde bilimsel çalışmanın üç aşamalı olduğu söylenebilir. Bu aşamalar şunlardır :
- Gerçeklerin gözlemlenmesi;
- Bir modelin kurulması;
- Ve bu modelin yapısının çözümlenmesidir.
1. Toplumsal bir olguyu bireysel olgudan;
2. Temel olguyu ikincil, az çok da rastlantısal nitelikli olgudan
ayırmak demektir.
1. Çok karışık nitelikli dilyetisi olgularının oluşturduğu bütün içinde dil, kesin çizgilerle ayırt edilebilecek bir konudur. Bir duyma imgesinin çevrim içinde bir kavramla buluştuğu noktaya yerleştirebiliriz onu. Dilyetisinin birey dışında kalan toplumsal bölümüdür, dil ve birey onu tek başına ne yaratabilir, ne de değiştirebilir. Dil varlığını yalnızca, topluluk üyeleri arasında yapılmış bir tür sözleşmeye borçludur. Öte yandan, işleyişini bilebilmek için bireyin dili öğrenmesi gerekir. Çocuk onu ancak yavaş yavaş edinir. Sözyitimine uğrayan bir kimse bile, duyduğu sesli göstergeleri anlamak koşuluyla dili yitirmez: Dil o denli apayrı bir şeydir.
2. Sözden ayrı olan dil ondan bağımsız biçimde incelenebilecek bir konudur. Artık ölü dilleri konuşmuyoruz; ama onların dilsel düzenini pekala öğrenebiliriz.
3. Dilyetisinin ayrışık öğelerden oluşmasına karşın, böylece sınırlandırılan dil türdeşlik gösterir: O bir göstergeler dizgesidir. Bu dizgede önemli olan anlamla işitim imgesinin birleşimidir ve göstergenin bu iki yanı dâ aynı oranda anlıksaldır.
4. Dil de söz gibi somut niteliklidir. Bu da incelemeye büyük bir kolaylık sağlar. Dilsel göstergeler temelde anlıksalsa da birer soyutlama değildir. Toplumun onayladığı ve tümü dili oluşturan birleştirmeler, özeği beyinde yer alan gerçekliklerdir. Üstelik, dil göstergelerini neredeyse elle tutabiliriz (58). Özde toplum içinde dil, her beyinde bulunan bir izler bütünü olarak yaşar ve bir bakıma birbirinin eşi tüm örnekleri bireylere dağıtılmış bir sözlüğü andırır. Görüldüğü üzere bu öyle bir şey ki, herkesin ortak malı ve kişisel istenç dışı olmakla birlikte, ayrı ayrı her bireyde de bulunur. Dilin bu varlık biçimi şöyle gösterilebilir: 1 + 1 + 1 +… = I (Toplumsal örnek). Burada Saussure şu soruyu sorar: “Peki, aynı toplumda söz nasıl yer alır?” Saussure’e göre söz, bireylerin söylediklerinin toplamıdır ve a) Konuşanların istencine bağlı bireysel birleştirmeleri, b)Bu birleştirmelerin gerçekleşmesi için zorunlu ve yine istençli sesleme edimlerini kapsar. Demek ki söz toplumsal hiçbir şey içermez; sözün tüm gerçekleşmeleri bireysel ve bir anlıktır. Özel durumların toplamından başka bir şey yoktur bu düzlemde; şöyle belirtilebilir bu durum:(1 + 1′+ 1″+ 1″‘…).Bütün bu nedenlerden dolayı Saussure’a göre, dille sözü aynı görüş açısı altında toplamak olacak şey değildir.Saussure’ün dil olgusuna yaklaşımının temelini günümüzde yerini yapı kavramına bırakan dizge kavramı oluşturur. Dizge, her şeyden önce, doğrudan doğruya kavranabilen, elle tutulur bir nesne,bir töz değil, bir biçimdir. Doğabilimleri ele alacakları nesneleri önlerinde hazır bulurlar, ama dili, dilyetisi kavramak isteyen bilim adamının önünde böyle bir nesne yoktur, onu elle tutulur bir nesne olarak değil, öğeleri arasındaki farklılıklar, karşıtlıklar yoluyla kavrayabilir. Bu gözlemi Saussure’ün ünlü benzetmelerinden biriyle örneklendirmek gerekirse:”… Her gece saat 23′te Cenevre’den kalkan Cenevre-Paris ekspresinin, vagonları da, görevlileri de sık sık, hatta her gün değişebilir; bu nedenle, “Cenevre-Paris ekspresi” derken, hep aynı tren değildir. Sözeltiğiıhiz, her yıl saat 23′te Cenevre garından kalkan 365 treni tek bir gerçeğin karşılığı sayarak böyle konuşuyoruz; bu gerçeği somut bir tren değil,demiryolu ulaşımında söz konusu 365 trenin tümü için geçerli olan bir durum belirler; aynı gün ulaşıma katılan bütün öteki trenlerle kurduğu uzamsal ve siiremsel bağıntılardan doğan bir gerçektir…” .Dil konusunda da durum böyledir. Yani her öğe bir dizgeye bağlanır, her öğe bir dizgeyi varsayar. Bunun için, Saussure dilsel birimi bir değer, dili de öğeleri kendi başlarına bir gerçeklik taşımayan, ancak başka öğelerle kurdukları bağıntılar içinde kavranabilen bir göstergeler dizisi olarak tanımlar. Kanımızca Saussure’ün bu anlayışı yapısalcılığın da özüdür. Yani yapısalcılıkta yapı önemlidir ve yapıyı oluşturan parçalar kendi başlarına bir gerçeklik ifade etmez, ancak yapıyı oluşturan diğer parçalarla ilişkileri olduğu zaman önem kazanırlar. Böylesi bir anlayış fonksiyonalizmde de vardır.
. En genel anlamda; ses (gösteren) gösterge kavram (gösterilen) Saussure’e göre gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı keyfidir. Çünkü kedi kavramını bu sözcükle göstermek için bir neden yoktur. Başka dillerde kedi kavramı başka sözcüklerle anlatılır. Kedi sözcüğü dil sistemi içinde bir ad olarak kullanılır ve bir ad olarak davranışı, diğer öğelerle olan bağıntıları gerçek dünyadaki dört bacaklı hayvanla ilgili değildir. Sözcükler birer gösterge olduklarına göre dil bir göstergeler sistemidir ve dış gerçeklikten bağımsız, kendi iç kurallarına göre işler. Öte yandan Saussure’e göre, “dil olgularının işleyişini irdelediğimiz zaman, gözümüze çarpan ilk şey, konuşan kişi açısından bunların zaman içindeki ardışıklığının söz konusu olmamasıdır. Dilbilimci de artsüremliliği unutarak bu durumu göz önüne almalı, onu yaratmış, onu koşullandırmış olan veriler üzerinde oyalanmamalıdır. Ve konuşan bireylerin bilincine ancak geçmişi yok sayarak girilebilir. Tarihi işe karıştırmak dilbilimciyi olsa olsa yanlış yargılara götürür (ki, Saussure’ün bu anlayışı daha sonraki yapısalcılar, özellikle de, Levi-Strauss tarafından adeta tanrılaştırılacak ve tarihi ihmal etmelerine yol açacaktır). Böylece Tahsin Yücel’in de belirttiği gibi Saussure dilbilimsel araştırmalara yepyeni bir yön veren devrimsel saptamalarını dilsel olguları eşsüremlilik içinde irdeleyerek yapmış, tarihsel gelişimin de bu tutumu doğruladığını ortaya koymuştur . Öyleyse, dil, “öğelerinin bir anlık durumu dışında hiçbir şeyin belirlemediği, katışıksız bir değerler dizgesi” olarak tanımlandığına göre, onu tutarlı bir şekilde kavramak istiyorsak, evrimin belli bir evresinde, eşsüremlilik ekseni üzerinde ele almamız gerekir; dili artsüremlilik ekseni üzerinde ele almak, dizgeyi gözden kaçırmamıza yol açar. Üstelik, unutmamak gerekir ki, artsüremlilik boyutu eşsüremliliklerin üst üste gelmesinden başka bir şey değildir. Saussure’ün sık sık yararlandığı ünlü satranç benzetmesi burada da geçerlidir: “… Fonksiyonları değişmediği sürece, santranç taşlarının değişmesi şu ya da bu biçimde, şu ya da bu nesneden yapılmış olmaları oyun düzeninde bir değişikliğe yol açmadığı gibi, dildeki artsüremli değişimler de dilsel dizgeyi değiştirmez, fonksiyonlar ve bağıntılar aynı kaldığı sürece, hep aynı dizge söz konusudur. Hiç kuşkusuz, değişimler de incelenebilir, incelenmeleri gerekir, ama bu tür bir incelemenin doğrudan doğruya dilin kendisine yönelen bir inceleme sayılmasına olanak yoktur. Çünkü bir dilin belli bir anda sunduğu dizge bu dilin tarihiyle özdeş değildir. Öyleyse, dilin kendi başına ve kendi kendisi için incelenmesi, eşsüremsel yaklaşımı zorunlu kılar…”
Levi-Strauss
yerine getirmek zorundadırlar:
- 1-Yapı bir dizge niteliği sunar; bu nedenle herhangi bir öğesindeki değişiklik geri kalan bütün öğelerinde de değişikliklere yol açar;
- 2-Her model, her biri aynı diziden bir modelde karşılık bulan
bir dönüşüm kümesine bağlıdır, böylece bu dönüşümlerin bütünü de bir model kümesi oluşturur;
- 3-Belirtilen bu özellikler, öğelerden birinde bir değişiklik olduğu
zaman, modelin nasıl bir durum alacağını önceden kestirmemizi
sağlar;
- 4-Model gözlemlenen bütün olguları kapsayacak biçimde kurulmuş
olmalıdır .
Kısacası Levi-Strauss’a göre, toplum çeşitli düzeylerde bir yapılar bütününü içerir: “Bireyleri çeşitli yasalara göre düzenleyen aile dizgeleri bu düzeylerden yalnızca biridir, toplumsal örgenlenim bir başkası, ekonomik katmanların farklılaşması üçüncü bir düzeydir. Bu düzenleyici yapıların kendileri de düzenlenebilir. Bunun koşulu aralarındaki bağıntıları, birbirleri üstündeki eşsürmeleri, etkileri ortaya koymaktır.”
Levi-Strauss’a göre yine de bir toplum, yapılarının tümüne indirgenemez. Bu, toplumun yaşayan, değişen, devinen yanını gözardı etmek olur. Olay/yapı karşıtlığının vurgulanması, Levi-Strauss’un böyle bir yanılsamaya yer bırakmadığının bir göstergesidir. Bir toplumdaki olayları özgünlüğü, tekilliği ve somutluğuyla, ayrıntılı ve nesnel biçimde betimlemek budunbetimin görevidir. Budunbilim ise karşılaştırmalı olarak modelleri ve yapıları kurmaya, nesnel olayların ardındaki anlamı araştırmaya yönelecektir
Öz olarak diyebiliriz ki Levi-Strauss bilinç dışı mekanizmalara ağırlık vermekle yapısal antropolojiyi psikolojiye yaklaştırmıştır. Ancak, bu psikolojik yönelim, Freud’a koşut ise de, Durkheimci sosyolojiye oldukça ters düşer. Bu bağlamda Levi-Strauss, yöntemini, açık olarak, ideal bir şekilde soyutlanmış, durağan, farklı parçalarının makine gibi ya da organizma gibi birbirlerine kilitlenmiş olduğu ve birbirlerini güçlendiren toplumlar olarak tanımlayan fonksiyonalist toplum nosyonlarına karşı kurar.
“Bu kongrede iki temel eğilim karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Biri, her türlü tarihçiliği dışlayan yapısalcılık; ötekisi çeşitli akımların bir araya gelmesinden
oluşmakta ve hepsi de tarihe başvurma savındadır. Sosyolojik yapısalcılık şemalarına uyan, hem Amerikan hem de Avrupa sosyologlarından gelen bildirilerin sayısı kabarık olmasına karşın, tarih!e gösterilen ilginin yeniden canlanması, bu okulun gerilemesine işaret sayılsa yeridir. Sonra şu nokta da unutulmamalıdır:Yapısalcılığın Batı Avrupa genelinde tutulup yaygınlaşması, Birleşik Devletler’deki başarısından on beş yıl sonra olmuştur, üstelik orada, bugün yapısalcılık günden güne daha çok tartışma konusu olmaktadır…”
Sonuç olarak, çağımızın teknolojik gelişmelerini kuşkuyla karşılayanlardan biri olan ve bir bakıma Batı’da geliştirilen uygarlık şeklinin yetkin bir örnek olmadığını savunan Levi-Strauss’a göre batı insanı bireyci ve ben-merkezci bir tutum içindedir. Batı insanının başka olan, yabancı olan herşeye kendiliğinden bir düşmanlığı vardır. Batılı insan için “cehennem başkalarıdır”. Oysa Levi-Strauss’a göre batılıların ilkellerin mitoslarından alacağı önemli bir ders vardır; o da cehennemin kendilerinde olduğudur. Levi-Strauss batıyı bu şekilde yargılamasına rağmen hâlâ batıda çok fazla tutulmaktadır. Acaba neden?
nedense: tanrının ve insanın ‘ölümünü’ ilan edenler, şimdi suskunlar. ve tanrının insanı hortlamasından sonra insanın bilnci ile birlikte yeniden doğduğunu çözemediler!